13 Ocak 2015 Salı

... çünkü Schönes Neues

Okurken dinlenilecek





-1-

Gözlerini açtığında saat 16:30 sıralarıydı. Daha bilinci yerine gelmeden, kafasının yanında duran telefona sarılıp, saate bakan tiplerden olduğu için "yavaştan beyninin çalışmaya başlama" proses hızını saatin kaç olduğu belirliyordu.

"16:30. Akşam. Neden? Haa 2015 oldu ya! Tabii. Nerdeyim? Evde? Başım ağırıyor mu? Hayır. Akşamdan kalma gibi de değilim pek. Hatta hiç değilim. İçtim de bayağı. Kaçta gelmiştim? Allah allah? Kalksam mı ki? Kalkayım aslında. Dur biraz da şu tarafa döneyim önce..."

Bütün bu düşünceleri takiben 5 dakika içinde mutfaktaydı ve refleksel bir şekilde kahvesini yapıyordu. Halinden memnundu. Yeni yılı yakında "eski" olacak ev arkadaşıyla, ev arkadaşının sevgilisinin yakında "eski" olacak evinde, bir grup insanla kutlamıştı. Yiyip, içip, tam 12'de havai fişekleri falan izlemeye çıkarak güzel bir gece geçirmişti. Belki yaşlılıktan, belki normalde de parti kavramı hayatına çoktan oturmuş olduğundan gecenin tek enteresan ve anlatılası yanı olarak Kurşun Dökme Seramonisi'ni hatırlıyordu. Evet, kurşun dökme! İlk duyduğunda Türkiye'deki "kurşun dökme"ler aklına gelmiş ve içinde karşı konulmaz bir "olayı açıklama" güdüsü belirmişti. Açıkladı da. Yaşasın smartphonelardı. Görseller olmadan neyden bahsettiğini o bile anlayamazdı.

Partideki Kurşun Dökme Seramonisi ise biraz daha farklıydı tabii. İşin ciddi ciddi "kem gözler" tabirinden kurtulup, eğlenceye dönüştüğü seramonide, şans getirdiğine inanılan figürlerden oluşan kurşun kütleler mum üzerinde bir kaşık yardımıyla sıvılaştırılarak soğuk suya atılıyorlardı. Akabinde de çıkan yeni katı kütleyi bir şeylere benzetmeye çalışıyorlardı. Seramoninin sonunda genel kanı herkese sperm çıktığıydı. Hatta "Uyanıklık yapayım da, löp diye atmayayım." düşüncesiyle ağırdan soğuk suya döktürdüğü kütleciği bile bir sperm yardımıyla bereket tanrısına dönüştürülmüştü. Kaçış yoktu. Yeni yıl herkese sperm getirecekti. Konu da böyle kapanmıştı.

-2-

Yıl 2015 olmuştu ama bu ayın 2'si olan Cuma günü çalışmayacağı anlamına gelmiyordu. Üstelik çok çok yoğun çalışma saatlerinden inanılmaz bunalmış olan bir insanın sinir katsayısına sahip olduğu için 31 Aralık'ta, patronuna "Ben çıkıyorum artık! Herkes yarım gün çalışırken bütün gün ne işim var burada?" diye çıkışmıştı da. Moralsiz ama "En azından masaya yumruğumu vurdum da artık cumartesileri çalışmıyorum. Bu günü de atlatınca 2 gün tatilim var. Oh!" kafasında işe gitti. Önünde oturduğu ekrandan aldığı girdilerle, 2015'in 2014'ten daha kötü olacağına inanarak otururken patronu tarafından çağırıldı ve her zamankinden farklı olarak kapıyı da kapatması istendi. Kapı yalnızca özel ve önemli görüşmeler için kapatıldığından "Amaaaaan." diyerek oturdu patronun önündeki sandalyeye. Babacan tavırlarıyla yaklaşıp, aklına gelen her konuya karışan ve Duygu'yu deli eden patronu, Çarşamba akşamı erken çıkmasının ne kadar kötü bir davranış olduğunu falan söylemeye başlamıştı. Oralı olmayıp "bitse de gitsek" diye düşünen Duygu bir anda yankılanan tek bir cümle ile uyandı "Bu arada maaşına 100€ zam yaptık."

-3-

"Maaşa zam" çok tatlı bir haber olsa da, hala düşünmesi gereken bir takım şeyler vardı. Mesela yeni ev arkadaşı kim olacaktı? Noel, yeni yıl falan derken yaklaşık 3 haftadır bu konuda hiçbir şey yapmamışlardı. O Cumartesi 2 normal, 1 Skype görüşmesi vardı. Bütün günü evde geçirmeliydi. Skype görüşmesinin mantığını da hala anlayabilmiş değildi bu arada.

Cumartesi günü sabah 11'de gelecek İtalyan kız için önlemini alıp, alarmını kurmuş ama yine alarmdan önce uyanmıştı tabii. "Aksi düşünülemez, düşünülmesi talep bile edilemez!" durumlardan birine dönüşmüştü bu alarmdan önce uyanma mevzusu. En azından kalkıp, kahvesini içip, ortalığı biraz toparlayıp, duşunu alacak kadar vakti olduğuna sevinmişti.

Saat 11'de Giulia sevgili olduklarını düşündüren bir çocukla beraber, tek lüksleri olan otomatik apartman kapısından içeri girdi. Gözlüklü, kısaca ve her halinden okuduğu bölüm tahmin edilebilecek kız, Lisa evde olmadığından tamamen O'na kalmıştı. Çekingen hareketlerle evi gezdirdikten sonra mutfakta oturup iki tarafın da pek umrunda olmayan "Haydi kendimizle ilgili yüzeysel bilgiler verelim." faslını geçtiler. Gerçekteyse O bütün konuşma boyunca beyninde "neden İnsan Kaynakları'nın onun yapamayacağı bir departman olduğu"nu irdeliyordu. Kız gittikten sonra koca bir "Oh!" çekerek stres atmak için en iyi yolun kendine çikolatalı kek yapmak olduğuna karar verdi. Lisa'ya yazdığı mesajda ise "Yaaani diğer ikisine de bakalım ama onlar olmaz da, bu kız da burayı isterse, OK veririm!" anlamı vardı. Bu arada kız da Fizik PhD noktasındaydı ve fazla da söze gerek yoktu.

-4-

Lisa eve söylediğinden geç gelmiş ve kendi mailleştiği kızı yarım saat Skype başında bekletmişti bile. Kız Almanya'daydı ve ayın 12'si gibi burada olacağından Lisa Skype görüşmesi teklif etmişti. Neden böyle bir şey yapmıştı? Çok saçmaydı! Gerçi kız Skype'da bile olur verilebilir bir insan gibi görünüyordu ama evi ekrandan gören, tuvaletin soğuğunu henüz yememiş biri ile ne kadar ciddi düşünülebilinirdi ki? Taşınabilir olması için telefondan yapılan arama sonlandığında, karşılıklı oturdukları mutfak masasında ne diyeceklerini bilemeden kalmalarına neden olan bir saçmalıktı Skype aslında. Ama en kötü ihtimal o kız beklenirdi. Fizikçi İtalyan listede ikinci sıraya inmişti bile.

-5-

Bütün bunlar olurken, başvuru mailini gördüğünden beri gerek kendi içinde, gerekse insanlarla geyiğini yaptığı Lisa (II.Lisa) saat 17:00'de sonuncu başvuran olarak gelecekti ve akabinde Duygu Wii oynamak üzere evden ayrılacaktı. Bütün başvuranlar arasında sohbetin bir anda samimileştiği ve tek Facebook üzerinden ekleşerek önden tipini gördüğü insan olma özelliğini taşıyan Lisa'yı, Skype görüşmesinin saçmalığını üstünden atıp, durum değerlendirmesi ve ekmek (evet ekmek, sütlü hemde) yaptıktan sonra, Lisa'ya (Lisa the first) göstermiş ve Lisa'dan "İmkanı yok ki, benden daha iyisini bu eve almana izin vermem!" şeklinde hasetle karışık bir itirafı da duymuştu. Ama tabiki de bütün bunlar şakaydı. Değil miydi? Öyleydi. öyle! Lisa'nın son derece çılgın bir Facebook hesabına sahip olması biraz olsun ikisini de korkutmuştu tabii. Fakat gerçek Lisa 20 dakika erken müstakbel evine geldiğinde çoktan "inşallah evi beğenir" diye düşünmeye başlamış olan bazıları vardı.

-6-

Bütün görüşmelerden alnının akıyla çıkmış ikiliden Lisa sinemaya giderken, Duygu çıkınını toplayıp (Çıkın: isim İçerisinde birden fazla şarap, çeşitli çikolatalar, daha fazla kişi oynayabilsin diye ekstra Wii konsolları ve ev yapımı yiyecekleri barındıran, antik değer kazanma eğilimindeki çanta, çıkı,) önceden planlanmış Wii gecesine doğru yollanmıştı ve kafasında hep aynı düşünce vardı. Yani aslında o derece de değildi. "Acaba Lisa bizim onu beğendiğimiz kadar, tuvaleti kutuplardan hallice evimizi beğendi mi?" Çıkarken "Pazar akşamı haber vereceğim. Yarın bir eve daha bakacağım." demiş olması kızlarımızın pek de hoşuna gitmemişti doğal olarak.

Gecenin ilerleyen dakikalarında, alkolün ve aşırı saçma vücut hareketlerinin de etkisiyle, düşündü ve "Seviyorsan git konuş abi!" felsefesinden yola çıkarak "Hey Lisa, eğer istersen oda senin." yazdı. Kısa sürede gelen "Ben de tam onu düşünüyordum. Yeni ev arkadaşın olmak isterim :)" cevabına karşılık olarak da "Yuppiieeee!!! Bu durumda Wii'deki danslı oyunu ben kazanacağım :)" dedi ama kazanamadı. Hatta en kötü oydu. Rezil gibi oynuyordu.

-7-
...

7 Mart 2014 Cuma

Sezon 1, Bölüm 1 (Pilot) (Final)



Sahne 1


Her hangi bir yer.


Yakın zamanda Almanya'dan gelmiş bir genç ve yaklaşık 3 yıldır Viyana'da yaşayan, Almanya'dan gelmiş başka bir genç konuşuyorlar. Samimiyetleri ve konuştukları konunun içeriği hakkında hiçbir bilgimiz yok. Tek bildiğimiz, ikisinin de tanıdığı genç bir bayan hakkında beyanatların da konuşmanın içerisinde yer aldığı.


Sahne 2


Gençlerin konuşmasına konu olan kız bir cumartesi gecesi partidedir. Tahminen okul ve iş arkadaşı olan, daha önceki bölümlerden aşina olduğumuz, ufak-tefek, garip çocuğun evindelerdir. Yanında yine okul ve iş arkadaşı olan bir bayan arkadaşı ve onun yeni, hippi ve DJ sevgilisi ve başka bir ülkede yaşayan sevgilisi olup, open-relationship yaşayan başka bir arkadaşı bulunmaktadır. Eğlenmektedirler. En azından biz öyle sanmaktayızdır.


Sahne 3


Sokakta.


Ne düşündüğünü hiç bir zaman anlayamadığımız. Dışarıdan bakıldığında aşk acısından ağzı-yüzü dağılmış (mecazi) diğerleri ile aynı üniversitede okuyan ve ne iş yaptığını tam çözemediğimiz esas oğlan partiye gelmektedir. Ağır ağır ve mağrur bir şekilde kapıdan girer. Çünkü bilmektedir ki, partideki kız onu, onun kendini gördüğünden daha değerli görmektedir ve bu ona kendine güven aşılamaktadır. En azından O çevredeyken. Ve kapıdan girer.


Sahne 4


Yine partide.


Esas kızımızın okul arkadaşı olup, Hippi sevdiceği olan kız mütemadiyen başka bir kızı övmekte, ne kadar iyi çaldığından, ne kadar tatlı olduğundan vs. bahsetmektedir. Bu eylemi de uzun zamandır gerçekleştirmektedir. O sırada esas kız, esas oğlanı görmüştür ve aslında muhabbeti dinlememektedir. Aylardır takıldığı, yattığı-kalktığı, kahvaltısından, akşam yemeğine, slacklineından, badmintonuna spor yaptığı adam "çift miyiz, değil miyiz?" sorusuna hep ikircikli cevaplar vermektedir. Bu yüzden esas kız toplum içerisinde nasıl davranması gerektiğini bilemez ve mekana giren esas oğlanı izlemekle yetinmeye karar verir.


Sahne 5


Partinin ilerleyen dakikaları.


Esas kızımızın, esas oğlanla muhatap olmamak için ciddi çaba harcadığı ve zaman kavramının bulunmadığı bir arada, Sahne 1'deki, Almanya'dan Viyana'ya yeni gelmiş oğlan da partiye dahil olmuştur ve kısa süre içerisinde esas oğlanla derin ve bir o kadar da eğlenceli görünen bir muhabbete dalmıştır. Bu sırada esas oğlanı göz hapsinde tutma duygusunu daha fazla dizginleyemeyen esas kızımız bakışlarını o yöne çevirmiştir.Aniden yüzünde "10 yaş daha yaşlı olsam, şu an kalpten gitmiştim!" ifadesi belirir. Çünkü esas oğlanla konuşmakta olan, Almanya'dan Viyana'ya daha geçenlerde gelmiş çocuk, O'nun, zamanında hamile kalıp, kürtaj yaptırmak zorunda kaldığı ve şimdi esas oğlan olan çocuğa kadar kimselerle yakınlaşamamasına neden olmuş eski sevgilisidir!!! Bu sahne, bir süre esas kızın yüz ifadeleri izlenerek geçer. Çokçalardır.


Sahne 6


Aynı partide başka bir yer.


Sevgilisi başka bir ülkede ve open-relationship içerisinde bulunan diğer bir Alman gencimiz (ki "bu kadar Alman'ı Avusturya'da nereden buldun?" dedirten bir an.) güzelce bir kızla, hoş bir muhabbet içerisindedir. Şoktan çıkmış ancak etkilerinden kurtulamamış esas kızımız tutunacak bir dal ararken onları görmüştür. Bir anda kendi derdini unutturacak güçte olduğunu düşündüğü bir argüman bulduğunu fark ederek, çocuğa "Sevgilin yarın gelmiyor mu? Ne ayak?(Eminim Almanca'da böyle bir terim olsa kullanırdı.)" diye sorar. Çocuk da "Felsefe konuşuyoruz. Yok öyle bir şey." diyerek kestiriverir ve muhabbet burada sonlanır. Aradığı dikkat dağınıklığını bulamayan kızımız tekrar buhranlı düşüncelerine geri dönmemek adına Hippi-Dj sevgilisi olan ve mütemadiyen diğer bir DJ kızı öven arkadaşının yanına geri döner. Gördüğü surat karşısında, kısa vadeli de olsa, kendinden daha dertli birini bulabildiğini fark eder. Çünkü Hippie-Dj sevgilili kız, çok kısa bir süre önce, saatlerdir övdüğü kızın, hippie-DJ sevgilisinin eski sevgilisi olduğunu öğrenmiştir. Suratı bembeyazdır.


Sahne 7


Partinin son anları.


Alkolün de etkisini arttırmasıyla birlikte olan biteni sallamayan esas kızımız esas oğlanın "bana gidelim mi?" sorusuna "olur." demiş ve tam mekanı terk etmek üzereyken, göz ucuyla, sevgilisi normalde başka bir ülkede yaşayan ama saatler içerisinde Viyana'da olacak, open-relationship içerisinde bulunan arkadaşını, ağır felsefe konuşan kızla öpüşürken, yok yok yiyişirken görür. "Hasbünallah" diyerek yoluna devam eder. (Hep alkolden bunlar işte.)


Sahne 8


Sabah.


Esas kız uyandığında, esas oğlan uyumaktadır. Telefonundaki mesajı gören kızımız, esas oğlanı içten içe kıl etmek istercesine, O'nu uyandırarak, sahne 1'deki Almanya'dan Viyana'ya uzun zaman önce gelmiş çocukla buluşacağını söyler ve çıkar.


Sahne 9


Araba


Almanya'dan Viyana'ya uzun süre önce gelmiş çocuk, önceki gece bulunduğu diğer bir partide, nasıl geçen yıl çok seksi bulduğu ve yattığı kızla bütün geceyi ayrı yataklarda geçirdiklerini, kızın ne kadar şişmanladığını ve sabah kızdan kurtulana kadar ne işkenceler çektiğini anlatır. Bu leş muhabbetin arasında ise Almanya'dan Viyana'ya kısa süre önce gelmiş ve esas kızımızın eski sevgilisi olan çocuğa, kızın esas oğlanla olan ilişkisini önceden söylediğini belirtmiştir.


Sahne 10


Eve dönüş.


"Yok artık LeBron James!" modunda U-Bahn'a binmiş eve dönen esas kızımız bir de ne görsün?! Gece bir ahtapot misali felsefe sever kıza yapışmış, sevgilisi yurtdışında yaşayan, open-relationship içinde bulunan arkadaşı ve normalde yurtdışında bulunan ama tatil için sevdiceğini ziyarete gelen kız sarmaş-dolaş, adeta görüşemedikleri zamanın acısını çıkarırcasına öpüşmektelerdir.


Sahne 11

Esas kız "Ugly but useful" temalı evine döner ve yeni uyanmış ama kendine henüz gelememiş ev arkadaşına kahve hazırlarken konuşmaya başlar...



THE END



Bu olaydaki kişi ve kurumlar tamamen gerçek olup, yaşanmasını takiben 12 saat içerisinde tarafıma anlatılmıştır.

20 Eylül 2013 Cuma

...çünkü umumi tuvaletler beni eğlemek için yapılmış.

"Yarın çok geç kalkcağım."
"Hayır. Ben daha geç kalkacağım."
Muhabbetinin ardından en az benim kadar obsesif olan ev arkadaşım uyuduktan sonra, sıra geldi tuvalet hikayemi anlamaya...

Efenim, bugün MQ'dayız (Viyana'ya gelenin uğramadan geçmeyeceği bir mekan). E haliylen tuvaletimiz geldi (Biradan olabilir)! Önce Lisa davrandı. "Ya şurada bir WC biliyorum. Beleş!" dedim. "He valla, bende bir tane biliyorum" dedi, gitti. Tabii bu muhabbet genelde İngilizce, zaman zaman da benim korkulu bakışlarım eşliğinde Almanca devam ediyor (Almanca duyduğumda, 3sn sonra ağlayarak ortamı terk edecek bir çocuk gibi baktığımı söylüyorlar!). Meğer bahsi geçen tuvalet aynı tuvaletmiş. Ancak konumuz bu değil. Konumuz benim o tuvalete gittiğimde başıma gelenler.
Çok sayıda bira tüketimini takiben gittiğim tuvalette, milletle muhatap olmamak adına etrafa bakayım derken erkekler tuvaletinden çıkan adamı yan gözle izlemeye başladım. Bu arada da kadınlar tuvaleti dolu ve önümde bekleyen bir hatun daha var. 50'li yaşlarında, "şık giyimli" diye tabir ettiğimiz bir adam, son derece memur hareketlerle, elinde çantasıyla tuvaletten çıktı ve çantanın olmadığı elini şöyle bir suyun altına soktu, sabunladı, yıkadı ve çıktı. Kısa bir sessizliğin ardından, mekanı terk eden adamın arkasından önümde bekleyen hatun ile göz göze geldik ve birer kahkaha koyverdik.
"Eee ne var bunda?" değil mi? Bakışlarımız ile anlaşıp, gülmek için yer arayan, birbirini tanımayan, 2 yarı sarhoş kızız sonuçta. Yok, değil! Olay bu kadar değil! Biz adamın arkasından "euheuehueh insan bu kadar da 'tek elimi kullandım' pozları vermez yahu. Ehueheuheu" derken, beklediğimiz tuvaletten yine 50'li yaşlarında bir teyze çıktı. Baktı biz yarılmış, toparlanamıyoruz, "Ruhum genç benim. Bana da anlatın yavrularım." der gözlerle bize baktı. "Ehuheuheuheheheheh, bir adam vardı, tek elinde çanta, istifini bozmadan, diğer elini yıkadı, çıktı. Ehuhuheuheuheuh" dedik. Tabiki de bunları cnbc-e ingilizcesine çevirip düşünün. Teyzenin gülmeye devam ederek "Aaaa, ben de bunu yapmamasını kocama hep söylüyorum ama beni dinlemiyor. Gelin siz söyleyin!" demesi üzerine, önümdeki hatunun tuvalete kaçıp, kapıyı kilitlemesi 0.00001sn ile Guinness'e girerken, ben yılbaşı hediye paketi gibi kaldım kadının önünde. Hareket etmeyi geçtim, utanabilecek kadar bile hormon salgılayamayan vücudum ve ondan ayrı işleyen bilincimle kadının önünde kalakaldım. Ve teyze, "Hahahahaha, şaka yaptım." diyerek, kıvrak bir hareketle mekanı terk etti.

16 Temmuz 2013 Salı

..., çünkü İstanbul'da doğdum ben.

Ama ilkokul kitabında yaşıyorum.
Hani şu kırmızı ışıkta durulan, sarıda hazır olunan, yeşilde de geçilen bir yerde. Hani sokakta çıplak koşsan, yalnızca "Hay Allaa sen!" (tabi kendi dinlerince artık ne diyorlarsa) ifadesiyle baktıkları. Zemin katta oturunca, hayata demir parmaklıkların arkasından bakmak zorunda kalmadığın...
Haddim değil anlayacağın. Döverler adamı!
Zamanında evden "Gazan mübarek olsun.", "Yolluk aldın mı yanına?", "Varınca ara!" gibi cümlelerle ayrılırdık. Hey gidi günler. Ha, bunlar yeni haberler mi? Değil!
"Deli miyim, neyim ayol?" diye düşünürken aklımda kalan bazı satır başları işte.
Sorun uyumaktan korkuyor oluşum. 
Olaya gelelim. Dün, hayatımda ilk defa kabus içerisinde kabus gördüm. Hayır kabusları da hatırlamıyorum ya! Sadece kabus olduklarını ve son dönemde hayatımda bulunan herkesi içerdiklerini hatırlıyorum. Ha bir de Viyana'dan inanılmaz bir şekilde İstanbul'a bağlanabildiklerini. Tahminimce 5. kez uyandığımda gerçekten uyanmıştım ve "Yok artık ya!" demiştim. Çok pis birşey. Hiç tavsiye etmem.
Bir takım olayların ardından İstanbul'a gidip, "Lanet olsun, nasıl döneceğim şimdi?" diye düşünürken uyanıyorum. Koca bir "Oh!" çekiyorum. Sonra başka başka terslikler başıma gelmeye başlıyor. Başım sıkışınca gene uyanıyorum! Zaten 3. uyanışımın (en azından benim öyle sandığım) ardından artık "Oh" da kalmıyor. Mala bağlıyorsun. Arada "Kalkıp yazsam aslında bu gördüklerimi" diye düşünürken Almanca'da "Hochbett" dedikleri yatağımdan inmeye üşenip vazgeçiyorum. Belki gerçekten uyanık bile değildim, kim bilir?! Adeta bir kısır döngü.

Das Hochbett (temsili)

(Aynısından bir tane satmaya çalışıyorum şu an, biri monte diğeri demonte 2 Hochbett var odamda. gerçi konuyla alakası yok)

Şimdi ise ne yapacağımı bilemeden mutfakta oturuyorum. Bildiğin uyumaktan korkuyorum.

22 Temmuz 2012 Pazar

...çünkü, bence Woody Allen Türkmüş.



Şimdi, aşağıda "Yan Etkiler" kitabından "Özür Diliyorum" yazısını paylaşacağım. Neden böyle düşündüğümü anlayacaksınız bence.

Gelmiş geçmiş ünlü kişiler arasında en çok Sokrates'le tanışmak isterdim. Sadece çok büyük bir düşünür olduğu için değil... Benim de zaman zaman Çok derin saptamalarIm oluyor, genellikle bir isveç havayolu hostesi ve kelepçeler ekseninde dönse de. Antik Yunanlıların bu en bilgesinin beni kendisine çeken tarafı, ölüm karşısındaki cesaretidir. Kararı, ilkelerinden vazgeçmek yerine, bir şeyleri kanıtlamak için canını vermektir. Konu ölüm olunca ben bu kadar korkusuz olamıyorum. Geri tepen bir araba egzozu gibi beklenmedik bir ses duyduğumda, karşımdakinin kollarına atıveririm kendimi. Sonuçta Sokrates'in cesur ölümü, onun hayatına biricik bir anlam kattı; işte benim varliğim da tümüyle eksik olan budur, vergi dairesinin bana verdiği önemi saymazsanız. Kendimi bu büyük filozofun yerine koymaya çalıstığımı, ama bunu ne zaman denesem, uykuya dalıp asağıdaki rüyayı gördüğümü itiraf etmeliyim:

(Sahne, hapishane hücrem. Genellikle yalnız oturuyorum ve bir nesne aynı zamanda fırın temizlemekte kullanılabiliyorsa sanat eseri sayılabilir mi gibi çok derin konularda tefekküre dalıyorum. O an Agathon ve Simmias ziyaretime geliyorlar.)

Araya giriyorum 2 sn;
Agathon'u 'A', Simmias'ı 'S' ve Allen'ı 'W' yazıyorum.
Hikayeye devam...

A: Ey sevgili dostum ve ulu bilge; nasıl gidiyor tecrit günlerin?
W: Tecrit hakkında ne söylenebilir ki A? Yalnız bedenim kapatılabilir bir hücreye; o duvar, duvarınız, vız gelir zihnime, vız! O halde var mıdır tecrit diye bir şey?
A: Yürüyüşe çıkmak istesen ne olacak?
W: Güzel soru. Çıkamam.

(Üçümüz, rolyeflerde sık görülen klasik pozlarda oturuyoruz. Sonunda A konusuyor.)

A: Haberler kötü. İdama mahküm edildin.
W: Senato'da münakaşaya yol açtığıma üzüldüm.
A: Oybirliğiyle.
W: Yapma yahu...
A: İlk oylamada.
W: İki ellerini birden kaldırmıştır şerefsizler.
S: Senato, ütopik devlet fikirlerini büyük öfkeyle karşıladı.
W: Egemen filozof krallar olması gerektiğini hiç öne sürmemeliydim herhalde.
S: O neyse de, kendini işaret edip öhö öhö demen çok dikkat çekti.
W: Ama ben cellatlarımı kötü insanlar olarak görmüyorum.
A: Ben de.
W: Ha... peki madem. Zaten kötülük dediğin, aşırıya kaçmış iyilik değildir de nedir?
A: Nasıl yani?
W: Şöyle düşün: bir adam çok güzel bir şarkı söylerse, mest olursun. Hiç aralıksız söylerse, başına ağrılar girer.
A: Doğru.
W: Hele de susmamaya kararlıysa, sonunda adamı gırtlaklamak istersin.
A: Kesinlikle dogru.
W: İnfaz ne zaman?
A: Saat kaç oldu?
W: Bugün mü be?
A: Hücre lazımmış.
W: Alsınlar o zaman! Alsınlar canımı! Herkes bilsin ki, hakikate sırt dönüp insanın soru sorma hakkından caymak yerine, canımı veririm ben. Ağlama A.
A: Ağlamıyorum, alerjim var.
W: Fikir adamı için ölüm son değil, başlangıçtır.
S: O nasıl oluyor?
W: Dur çıkaracağım şimdi.
S: Acele etme.
W: S, insanın doğumundan önce var olmadiği kesindir, değil mi?
S: Öyle.
W: İnsan ölümünden sonra da var olmamaktadır.
S: Eee?
W: Dur yahu, kafam karıştı. Ancak kuzu eti veriyorlar burada, onu da adam gibi pişirmiyorlar.
S: İnsanlarin çoğu, ölümu kesin son gibi görür ve bu yüzden ondan korkar.
W: Ölüm, bir varlıksızlık halidir. Varlığı olmayan şey, yoktur. Dolayısıyla ölüm de yoktur. Yalnız hakikat vardır. Hakikat ve güzellik. Bunlar birbirlerinin yerini alabilir ve birbirlerinin suretlerinden ibarettir. Nasıl bir infaz düşünüyorlarmış?
A: Baldıran.
W: (Şaşkın) Baldıran mı?
A: Hani senin mermer masayı delip geçen kara sıvı vardı ya...
W: Ciddi misin?
A: Bir fincancık. Döker saçarsın diye kazan yedekte duracak.
W: Acı çektiriyor mudur acaba?
A: Fazla tepinmemeni rica ettiler. Diğer mahkumların sinirleri bozuluyormus.
W: Hmm...
A: Ben herkese, ilkelerinden odun vermek yerine ölüme cesurca yürüyeceğini söyledim.
W: Yürümek mi? Yahu peki sürgün mürgün diyen olmadı mı?
A: Sürgüne geçen yıl son verildi. Dosya tutmaya tahammulleri yokmuş.
W: Onlar da haklı be... (bunalmış ve kafası karışmıstır ama metin görünmeye çalışır.) Ee, şey... Peki... Daha daha nasılsınız?
A: Gecende Pisagor'u gördüm. Hipokümes mi ne, bir şeyler anlattı.
W: Ya, ya... (Metinmiş gibi davranmayı ansızın bırakır.) Bak oğlum, açık konuşacağım. Ölmek istemiyorum! Çok gencim daha!
A: Ama hakikat için ölme fırsatı eline geçti!
W: Hayır yanlış anlamayın, hakikate canım feda. Gel gör ki, önümüzdeki hafta Sparta'da bir yemek daveti var. Kesin gitmem lazım. Hesaplar da benden bu sefer. Spartalılar sinirli adamlardır, bir tatsızlık çıkmasın.
S: En bilge filozofumuz, korkağın teki mi?
W: Korkak değilim, kahraman da değilim. Arada bir yerdeyim.
S: Kıvranan bir böcek.
W: Eh işte, aşaği yukarı.
A: Ama ölümün olmadiğını kanıtlayan sendin.
W: Yahu benim kanıtlamadığım şey mi var? Çorba parası nereden çıkıyor dersin? Böyle kuramcıklar, gözlemcikler... ara sıra sivri bir laf. Aklıma eserse aforizmalar... Zeytin toplamaktan iyi kesinlikle de, o kadar kaptırmamak gerek.
A: Ama ruhun ölümsüz olduğunu defalarca kanıtladın.
W: Öyle zaten! Kağıt üstünde. Bak, felsefenin sıkıntısı da bu zaten. Gerçek hayatta ne işimize yarayacak ki bunlar?
S: Peki ya bitimsiz "biçimler"? Her nesnenin her zaman var olduğunu ve hep var olacağını söyledin.
W: Abi büyük nesneler diyordum. Heykeller falan. İnsanlarda biraz farklı.
A: Peki ya uykunun ölümle bir olduğuna dair sözlerin?
W: Bir olmaya bir de, insan öldükten sonra, biri "kalkın, sabah oldu!" diye ünlediğinde terliklerini bulması zor oluyor.

(Cellat, elinde bir fincan baldıranla girer. Yüzü, İrlandalı komedyen Spike Milligan'a çok benzemektedir.)

Cellat: Efendiiim, zehir kimeydi?
A: (Bana işaret ederek.) Arkadaşın.
W: Uf, amma büyükmüş. Duman çıkması normal mi?
Cellat: Evet. Hepsi de bitecek. Zehri dibinde oluyor genelde.
W: (Burada davranışım, Sokrates'inkinden çok farklı oluyor ve rüyamda çığlık attığımı soylüyorlar.) Hayır, içmeyeceğim! Ölmek istemiyorum! İmdat! Hayır! Yardım edin!

(İğrenç yakarışlarım arasında bana fokurdayan baldırani veriyor. Tam çarem kalmadi dediğim yerde hayatta kalma içgüdüm devreye giriyor ve işler tersine dönüveriyor. Bir ulak girer.)

Ulak: Durdurun infazı! Senato tekrar oyladı! Beraat ettin. Kıymetin tekrar değerlendirildi ve idam yerine taltif edilmene karar verildi.
W: Nihayet! Nihayet! Akılları başlarına geldi. Özgürüm be, özgür! Bir de madalya takacaklar. A, S, kapın valizlerimi. Hemen çıkalım. Praxiteles büstüme bir an önce başlamak ister. Ama ayrılmadan önce bir mesel anlatacağım.
S: Amma döndüler be... yaptıklarının farkındalar mı acaba?
W: Karanlık bir mağarada birkaç insan yaşar. Dışarıda güneş olduğunu bilmezler. Tek gördükleri ışık, oradan oraya yürürken yanlarında taşıdıkları mumların titrek alevidir.
A: Mumu nereden bulmuşlar?
W: Varmış yanlarında diyelim.
A: Mağarada yaşıyorlar ama mumları var. Pek akla yatkın değil.
W: Şimdi karıştırmasan olmaz mı?
A: Tamam ama sadede gel.
W: Derken bir gün, mağaradakilerden biri dışarı çıkar ve dış dünyayı görür.
S: Tüm berraklığıyla.
A: Diğerlerine anlatmaya calışır ama ona inanmazlar.
W: Hayır. Onlara anlatmaz.
A: Anlatmaz mı?
W: Hayır, bir kasap dükkanı açar, bir dansözle evlenir ve kırk iki yaşında beyin kanamasından ölür.

(Beni kıskıvrak yakalayıp baldıranı ağzıma dökerler. Bu noktada ter içinde uyanırım ve ancak yumurtayla füme somon yedikten sonra kendime gelebilirim.)

15 Mart 2012 Perşembe

...çünkü anlamlandıramıyorum.

Geçenlerde annem aklımı aldı. Tam tabiriyle.
Şimdi, şöyle oluyor; tatlı tatlı gezmişim, eğlenmişim, yemişim, içmişim, balkabağına dönüşmeden otobüsler, 12'den önce evime gelmişim. Şöyle bir mutfağı yoklamışım "Yemeye değer birşeyler var mıdır?" diye. Her zaman ki gibi annemle babamı mutfakta, standart sandalyelerinde oturur pozisyonda bırakıp yatıp uyumuşum mis gibi.
Buraya kadar her şey normal değil mi? Evet normal. Ta ki annemin şık bir hareketle yorganı üzerimden atışı ile açılmamış bilincimin "noolüyö yeaa?" diye sormasına kadar. Yatağın içinden benim değil de, dev boyutlarda bir sümüklü böcek çıkmasını bekler bir yüz ifadesi ve geriye doğru attığı iki adımla;
- Sen ne zaman geldin eve? Ben niye duymadım?
sorularını peş peşe sıralaması. Macera bu noktada başlıyor.
Her halde yapılması en gereksiz hamleyi yapıp, gözlerimi annemden ayırmadan telefona yönelmem ve "çok acayip geç kaldım sanırım işe? Ya da dur. Bugün okula mı gidiyodum lan? Bi dakka, saat kaç?" düşünceleriyle saatin 5.45am olduğunu görmem. İşin kötü tarafı "Ben iş için kaçta kalkıyodum, Okul için kaçta kalkıyodum? Şimdi ben geçmi kaldım ki?" sorularıyla boğuşurken annemin bir çita kıvraklığıyla odadan uzaklaşması.
Annemin gidişini müteakip yukarıda yazdıklarım bir bir aklıma düşüverdi ama artık çok geçti. E ben de zaten sınırlı olan uyku vaktimden ödün vermemek adına döndüm popomu uyudum. Uyudum ama bu huzur normal zamanımda kalkana kadar sürdü tabii.
 Sabah kafamda zilyon adet soru işareti, "Uyandırıp sorsam mı la?" düşünceleri ile sevgili kardeşime durumu anlattım. O kadar "Ahahaha annem bu, şaşırmış olamazsın!" anlamlı bir tepki aldım ki kardeşimden, işin ucunu bırakıp işe gittim (Buradan da iş günü olduğu sonucuna varabilirsiniz). Bütün gün evirdim, çevirdim mantığını bulamadım bu durumun. Akşam anneme sordum ve
-Rüya falan gördüm herhalde, ne var?!
dediğinde.  Gerçekten abarttığımı anladım ve hayatıma devam ettim. Yalan tabi. Hala ölüyorum meraktan NEDEN?

1 Mart 2012 Perşembe

... çünkü muhtemelen sahte ama canlı çiçeklerim var.

Gerçek de olabilirler.
Ama olmamalılar. Olabilemezler. Aksi halde biyolojiye dair bildiğimiz her şey yalandır. Mantıklı değil çünkü. Açılıp kapanıyorlar.
Şimdi yine izledim. Evet, üstüne su dökünce kapanıyorlar. Kuruyunca açılıyorlar. Yapıldıkları malzemenin bir davranış biçimi olduğunu düşündüğümüz zamanda sorum şu; hangi boş gezer oturmuş uğraşmış bunlarla?
Issız adaya düşsem, yanıma ilk alacağım insanlardan biri olan güzide bir dostumun doğum günümde "E işe başladın. Kaktüssüz masa olmaz." başlığıyla hediye ettiği sevgili kaktüsümün üstüne, hunharca saplanmış küçük pembe çiçeklerden bahsediyorum. Resim-1'de görebilirsiniz. -Çiçekleri toprağa saplayarak, kaktüsümü işkenceden kurtardım tabi ki de.-

Resim-1

Neden sapları 1 cm bile olmayan bu çiçekler dış etkenlere tepki veriyor? Şirkette bütün gün bunu düşünüyorum. Evet. Bakıp duruyorum. Anlam veremiyorum. Canlı olsalar, nasıl bu kadar uzun süre hayatta kalabilirler? Bu nasıl bir var olma isteğidir? Cansız olsalar, hangi kafa tırnağım kadar bile olmayan çiçekler, muhtemelen hiç farkına varılmayacak şekilde açılıp kapansın diye uğraşmış? Çok büyük soru işaretlerinin altında eziliyorum buralarda. Yemek de gelmedi zaten açım. Hayat zor!